
Ekolojik Yıkım Üzerine
Birleşmiş Milletler’in Şubat 2007 tarihli çevre raporuyla birlikte ekolojik yıkım tehdidi birden bire gündemin en ön sırasına yerleşti. Irak ve Afganistan’da ki emperyalist işgal, Afrika, Asya ve Güney Amerika’yı kıskacına alan açlık, bütün bunlar BM’nin çevre raporunun gölgesinde kaldı.
BM çevre raporundan okuyalım:
Küresel ısınmanın 2100 yılına kadar 1,8 ila 4 derece arasında artış göstereceği kaydedilen raporda çevre sorunlarının en büyük sorumlusunun “insan” olduğu belirtiliyor ve devam ediliyor:
“Su sıkıntısı başlayacak.
Kuzey Amerika’da kum fırtınaları tarımcılığı yok edecek.
Denizler 5 metre yükselecek.
Peru’da 10 milyon kişi su sıkıntısı çekecek.
Mercan kayalıkları yok olacak.
Gezegendeki canlı türlerinin yüzde 30’u yok olma tehlikesiyle karışılacak.
Deniz seviyesi ortalaması 70 metre olacak.
Dünyanın yiyecek stokları tükenecek.
Göçler başlayacak, yüz milyonlarca insan uygun iklim koşullarında yaşamak umuduyla göç yollarına düşecek.”
BM tarafından yayınlanan rapor bu şekilde uzayıp gidiyor ve uzadıkça tam bir korku filmi senaryosunu andırıyor ama ne yazık ki bu bir korku filmi senaryosu değil, gerçek. Gerçi benzeri raporlar geçmişte de çok yayınlanmıştı ama bu kadar etki yaratmamıştı. Öyle sanıyoruz ki geçmişte yayınlanan raporların bu ölçüde etkili olmaması, insanların tehlikeyi henüz bu ölçüde enselerinde hissetmemeleriyle alakalıydı. Ama bugün gelinen aşamada söz konusu “ekolojik felaket” o kadar yakın ki herkes bunu hissediyor ve yaşıyor. Yani artık kaçış mümkün değil.
Öyle ki bizzat “ekolojik felaket”in sorumlusu olan ülkelerin liderliğini yaptıkları BM bile, tehlike çanlarının çaldığını Kabul ediyor ve “önlem” projeleri geliştirmek için harekete geçebiliyor. Tabii ki BM’in “önlem” ya da “tedbir”den kastettiği, yalnızca ve yalnızca sonu geciktirmektir; yoksa tehlikeyi ortadan kaldırmak değil.
BM diye adlandırılan kapitalist örgüt, nasıl ki yıllarca yaklaşan felaketi sakladı, maniple etti ya da felaketin nedenlerini tıpkı ozon tabakasındaki delinmeyi “İneklerin saldığı gazlar” ile açıklamaya çalıştıysa, bugün de felaketi kendi varlık nedenleriyle açıklamak yerine, kendi dışındaki faktörlerle açıklamaya çalışacaktır. Zaten yayınlanan raporda da başlıca faktörün ve sorumlunun “insan” olduğu belirtilmiş.
Tabii ki bugünkü insan da bu sürecin bir parçası ama nedeni insan değil, çünkü günümüz insanı mevcut mekanizmanın bir parçası olmaktan öte bir şey değil. Bunun da ötesinde “insan” göreceli ve soyut bir kavram. Mesela, Mozambik’te yaşayan ve telefonda bir kez bile konuşmamış biri de insan, Almanya’da yaşayan, arabası, bilgisayarı, cep telefonu, mikrovellesi, televizyonu, radyosu ve bilumum elektronik cihazı olan ve bunları her fırsatta değiştiren biri de insan. Demek ki “ekolojik felaket”in nedeni insan olsa bile o zaman hangi insanın olduğu belirtilmelidir. Ama meselenin kaynağı insan değil, onun da bir parçası olduğu kapitalist sistemin kendi varlığıdır.
Söz Konusu Olanı Ekolojik Felaket Olarak Adlandırmak Doğru Değil
Eğer var olan tehlike ve tehdit bir “felaket” olarak açıklanırsa, meselenin doğru kavranabilmesi mümkün olmaz. Kapitalistlerin asıl istediği de budur zaten. Bundan dolayıdır ki, önce var olan neyse onun adı doğru konulmalıdır. Her şeyden önce şunu belirtmeliyiz ki, kavram olarak felaket, daha ziyade doğal yollarla ya da bir hata sonucu ortaya çıkan durumları tanımlamak için kullanılan, kullanılması uygun olan bir kavramdır. Mesela, Fransa’da yaşayan Afrikalı bir insanın evi kendi unutkanlığının sonucu olarak yanmış ve kendi de eviyle birlikte kül olmuşsa, bu durum bir felaket olarak adlandırılabilir. Ama eğer ev bir Beyaz Fransız tarafından düşmanlık yapmak maksadıyla yakılmışsa, sonuçları her ne kadar bir felaket olsa da “felaket” olarak adlandırılamaz, çünkü bu bir cinayettir. Doğadan bir örnek verecek olursak; eğer doğa kendi kendine ve doğrudan kendi iç dinamikleriyle bir deprem ya da kasırga üretmiş ise bunların yol açtığı sonuçlar doğal felaket olarak adlandırılabilir. Eğer depreme, atom denemeleri tarafından tetiklenmiş ise bu deprem “doğal felaket” olarak değerlendirilemez.
Bundandır ki günümüz dünyasında deprem, tsunami, sel vb. olayları bir “doğa felaketi“ olarak adlandırmak mümkün değildir.
Kapitalizm ve Doğa
Bu iki kavramı yan yana anmak tabii ki mümkün ama bir ortaklığı ve birlikte yaşamı ifade etmek için değil. Bu iki kavram ancak ve ancak birbirine zıt iki olgu tartışılırken bir arada kullanılabilir, tıpkı yaşam ve ölüm gibi.
Öyle ki, kapitalizmin iki yüz yıllık tarihi boyunca yaratmış olduğu doğa tahribatı, gezegenin, kapitalizm öncesi bütün tarihi boyunca uğramış olduğu tahribattan binlerce kez daha büyüktür. Her yıl ortalama 11 milyon çocuk hava kirliliği nedeniyle ölüyor. Yaklaşık 2 milyar insan temiz içme suyundan yoksun. Yaşama alanları yok edildiği için, yeryüzündeki canlı türlerinin beşte biri 20 yıl içerisinde yok olacak. Yağmur ormanları kapitalist devletlerin yağması nedeniyle her geçen gün biraz daha yok olmakta. Zararlı ışınları süzen ozon tabakası yer yer inceldiği ve delindiği için işlevini tam anlamıyla yerine getirememekte ve bu durum insanların ve doğadaki diğer canlıların yaşamını tehdit etmekte.
Peki, bu tablonun yaratıcısı olan kapitalistler ne yapıyorlar? Önce, Birleşmiş Milletler adını verdikleri örgütleri aracılığıyla 1972 yılında, Stockholm’de, 5 Haziranı “Dünya Çevre Günü” olarak ilan ediyorlar ve her yıl bu tarihte dünyanın birçok ülkesinde bir dizi etkinlik örgütlüyorlar. “Çevremizi yeşillendirelim” parolasıyla park alanları oluşturuluyor; “Gezegenimizin akciğeri olan ormanlarımızı koruyalım” parolasıyla fidan dikme aksiyonları yapılıyor; “Denizlerimizi koruyalım” parolasıyla denizlerin üzerindeki çöpler toplanıyor vs. vs…
Yani tam bir riyakârlık örneği sergileniyor. Bir taraftan, “Orman vatandır” deyip, iki tane ağaç kesti diye köylüleri cezalandıracaksın; diğer taraftan, “Ormanda gerilla saklanıyor” diye ormanları ateşe vereceksin. Bir yandan “Ormanlarımız gezegenimizin akciğeridir” diyeceksin, diğer yandan kar maksadıyla koca yağmur ormanlarını katledeceksin. Bir yandan “Denizlerimiz hayattır, koruyalım” parolasıyla denizlerden çöp toplayacaksın, diğer yandan zehir dolu varilleri denizlere atacaksın. Bir yandan birçok canlı türünü yok edeceksiniz, diğer yandan, “ Canlılar gezegenimizin zenginliğidir, koruyalım” parolasıyla neslinin son temsilcisi olan türleri ‘koruma’ altına alacaksınız.
Peki, bu tabloya ve kapitalist sistemin bu tablo karşısındaki riyakârlığına rağmen, kapitalizmle doğa, bir arada ve barışık yaşayabilirler mi?
Bu soruyu doğru cevaplayabilmek için öncelikle kapitalizmin ve onun temel amacının ne olup ne olmadığını anlamak için sözü Rosa Luxemburg’a bırakalım:
“Kapitalist üretimin amacı ve iteleyen sebebi, doğrusu artıdeğeri sadece herhangi bir miktarda, bir defaya mahsus gasp etmek değil, aksine artıdeğerin ölçüsüz, hiç bitmeyen bir artışta, hep daha fazla miktarda gasp edilmesidir.” (Rosa Luxemburg, Akkumulation des Kapitals, GW Bd. 5, Berlin 1975, S.16)
Rosa Luxembrg’un kapitalizmin amacına ilişkin söylediklerine ek olarak, Michael R. Krätke, Berlin’de 3 – 4 Mart 2006 tarihleri arasında düzenlenen “Uluslararası Rosa Lüksemburg Konferansı”nda yapmış olduğu konuşmada kapitalizmi şu şekilde tanımlıyor:
“Kapitalizm, aynı basit bir biçimde para veya kredi iktisadı ile eşleştirilemeyeceği gibi, salt piyasa ekonomisi değildir. Kapitalizm, kâr uğraşı, kâr açlığı için kullanılacak başka bir kelime de değildir doğrusu. Kapitalizm aynı zamanda basitçe “zenginin” veya “büyük paranın” egemenliği de değildir. Tabii ki tüm bunlar kapitalizme aittir ama kapitalizm tanımı ile bağlantılı olan karmaşık içeriği birazcık da olsa kavrayabilmek için, daha fazlası gereklidir.”
Evet, kapitalizmi daha doğru ve daha yeterli tanımlayabilmek için daha fazlası gerekir. Kapitalizm, bütün bir yeryüzü zenginliklerinin ve canlılarının emtia ve meta olarak kullanıldığı, tahrip edildiği, tarihteki ilk iktisat biçimidir.
Özcesi; kapitalizmle doğanın pozitif anlamda ne yan yana anılabilmeleri ne de bir arada barışık yaşayabilmeleri mümkün değildir. Birinin yaşaması için mutlaka diğerinin yok edilmesi bir zorunluluktur.
O halde Ne Yapmalı ya da Nereden Başlamalı?
Yapılması gerekenin ya da başlanması gereken noktanın Kyoto anlaşmasını bütün kapitalist devletlerin imzalaması olmadığı muhakkaktır.
İvedi ve önemli olan Kyoto anlaşmasının imzalanması ve bu anlaşmanın gereklerinin yerine getirilmesi değildir. Eğer Kyota’ya takılıp kalınırsa asıl tehlike atlanmış olunur. Kapitalist silah tekellerinin elinde bulunan nükleer ve biyolojik silahlar yeryüzü yaşamını onlarca kez yok edebilecek güçteyken, Kyota’ya takılıp kalmak, olsa olsa kapitalistlerin oyununa gelmek olur.
Bazı bilimcilerin, hayati ekosistemlerin tamir edilemez bir biçimde tahrip olması ve kitlesel insan ölümlerinin başlamasından önce harekete geçmek için 35 yıl gibi kısa bir zamanın olduğuna işaret ettikleri bir durumda çözüm, Kyoto anlaşması olamaz.
Yeryüzü yaşamının kurtarılması kapitalizmin imhasına endekslenmiştir. Yani, yeryüzü yaşamının devamı, onu öldüreni öldürmektir.
Bunun dışındaki bütün “çözüm” arayışları, beyhude bir çabadan ve aldanmaktan öte bir şey değildir. Bunun dışındaki her “çözüm” arayışı, kapitalizme yeni refleks imkânları sunmaktan öte bir şey ifade etmeyecektir.
Bu noktada sözü Murray Bookchin’e bırakalım:
“insanlık ile doğa arasındaki çatışma insan ile insan arasındaki çatışmanın bir uzantısıdır. Ekoloji hareketi, tüm yönleriyle tahakküm sorununu kucaklayamadığı müddetçe, zamanımızın ekolojik krizinin kökenindeki sebeplerin ortadan kaldırılmasına yönelik hiçbir katkıda bulunmayacaktır. Eğer ekoloji hareketi, genişletilmiş bir devrim kavramının gerekliliği ile radikal bir şekilde uğraşmaksızın, sadece kirlilik ve [vahşi hayatı] koruma kontrollerindeki reformizme -sadece ‘çevrecilik’e- bağlı kalırsa, mevcut doğal ve beşeri sömürü sisteminin güvenlik supabı olarak hizmet edecektir.” (Toward an Ecological Society, 1988, s. 43)
Doğayla Barışık Bir Yaşam İçin Kapitalizmin Yıkılması Yeterli midir?
Kapitalizmin yıkılması tabi ki doğayla barışık bir yaşamın ön koşuludur ama kapitalizmi yıkmak tek başına yeterli değildir. Nitekim kapitalizmin yıkıldığı ülkelerde, örneğin Rusya’da, bunun yetmediğini bütün sonuçlarıyla gördük ve yaşadık. Bu da demek oluyor ki, kapitalizmi yıkmak yeterli değildir; bunun yanı sıra, bu zamana kadar savunula gelen, Marks’ın meşhur ilerlemeci tarih anlayışının yanı sıra, burjuvaziye “ilerici”, onun sistemi olan kapitalizme de tarihsel olarak “ileri bir aşama” payesi atfeden anlayışı ile de hesaplaşmak gerekiyor.
Evet, Marks’ın “ üretici güçleri ve üretim araçlarını geliştiriyor” diye burjuvaziye devrimci misyon yüklemişti. Marks, böyle buyurmuştu ve bu yol Marks’ın izah ettiği istikamette yürünmeliydi. Öyle de oldu; kapitalist üretici güçlerin ve üretim araçlarının gelişmediği ülkelerde de devrimciler, “Madem buralarda kapitalizm gelişmedi ve madem öncelikli olarak bu aşamanın geçilmesi gerekiyor, o halde biz de onu devlet eliyle kendimiz geliştirmeliyiz” diyerek, devlet eliyle kapitalist gelişmeyi tamamladılar. Ve ortaya Çernobiller, nükleer silah gücü, endüstrileşme sonucu olarak ortaya çıkan hayalet şehirler, zehirlenmiş toprak ve su vb. sonuçlar çıktı. Tabii ki bu son kaçınılmazdı, eğer kapitalizmin devlet gücünü yıkar, onun kültürünü reddedip, kurmak istediğiniz toplumsal yaşama uygun bir gelişme ve üretim kültürü yaratmazsanız, olacağı budur. Eğer sorun kapitalistlerin niyetinden kaynaklanıyor olsaydı, bu durumda iyi niyetli yöneticiler yönetimi ele alıp, her şeyi toplum ve doğa yararına geliştirebilirlerdi. Ama sorun kapitalistlerin niyetinden değil, kapitalizmin kültüründen kaynaklanmaktadır. Onu reddetmediğin sürece, istemeseniz de düşmanınıza benzemeye mahkûmsunuz. Örneğin; sizin niyetiniz ne olursa olsun, nükleer enerjiyi, fosil yakıtlarını reddetmeyip, bunlara dayalı bir endüstri kuruyorsanız; hangi maksatla olursa olsun, savaş sanayine sahipseniz; tekniği geliştirmekten insan ve doğa düşmanı ağır sanayi kurmayı anlıyorsanız, kar maksatlı değil de insanın günlük ihtiyaçlarını esas alan bir anlayışa sahip olmanız sonuçları yani doğayı ve doğanın bir parçası olan insanı tehdit etmenizi engellemeye yetmiyor.
Komünist bir dünya kurmak iddiasında olanların kapitalizmi yıkmanın yanı sıra, onun kültürünü de yıkıp, kurmak istedikleri dünyaya uygun bir kültüre de ihtiyaçları olduğunu bilmeleri gerekiyor. Unutulmamalıdır ki, komünist bir dünya kurmak için mutlaka bu gezegene ihtiyaç var.